8 Kasım 2021 Pazartesi

KENDİ İMKANLARIYLA GEZEMEYENLER İÇİN DEV HİZMET: "İNSAN VÜCUDUNA SEYAHAT"

Baktım ki ekonomi, pandemi, iş güç derken bir yere gidebileceğimiz yok bari “insan vücuduna seyahat”i alayım da kitap bile olsa azıcık gezineyim dedim, şeklinde iğrenç fakat tam benlik bir şakayla açılışı yapıyorum. “İnsan Vücuduna SeyahatDomingo yayınlarının kitabı, bu yayınevinin bu tür kitaplarını çok seviyorum ve kitap da bilimle dolu, kıt aklımı zorlayacak, yok artık dedirtecek, sonra burada yazarken de “okudum ama anlamadım, kendiniz okuyun en iyisi” diye yorumlayabileceğim bir kitaba benziyor. Mükemmel, dedim, tam benim ilgi alanım! Bir heves okumaya başladım ve hem anladım hem de çok beğendim! Yani hayat beni yine yeniden yanılttı, “ne dersem tam tersi çıkıyor”culara ön ayak olup ne dese tam tersi çıkarak ters köşe olanların derneğini açmak istiyorum aslında ama işten güçten fırsat yok artı bu durumu yaşayan, sayısı dernek kurmaya yetecek kadar çok insan olduğu halde “hadi” desem ikiden fazla kişi çıkmayacak ve dernek ismine uygun olarak bu dediğimi de ters çıkaracak, eminim. Her neyse bu boş muhabbetleri bırakayım da kitaptan öğrendiğim bilgilerden bahsedeyim biraz. Mesela en şaşırdığım şeylerden biri hatta birincisi böbrek nakli yapılırken eski böbrek alınmıyormuş, yerinde kalıyormuş. O kadar şaşırdım ki! Zaten bu blog sağ olsun, benim cehaletimi her fırsatta yüzüme vuran bir mecra oldu. Hatta hani hiçbir şey beğenmeyen, insanı hep ezikleyen teyzeler vardır ya, benim blog benim için o teyzeler gibi. Sayesinde hep eksiklerimi görüyorum. Buraya yazmasam belki fark etmez hatta boş teneke tıngırtısı gibi “Ben çok okuyorum, çok biliyorum,” falan derdim. Daha doğrusu bu lafı pek beğendiğim için (boş teneke çok tıngırdar) öyle demezdim de millete “Yok yok, o kadar okuyorum ama bilgiler derya gibi, ben hiçbir şey bilmiyorum.” falan deyip içten içe de “Herhalde yani, boş beleş gezmiyoz, bütün gün okuyoz” diye ukalalık ve sevimsizlik – yazarken bile kendime aşırı sinir oldum, şu çokbilmişlerin tripleri de hiç çekilmiyor cidden- yapardım! Ama buraya yazarken görüyorum ki o kadar okuduğum halde bilemediğim şeyler gerçekten çölde kum denizde damla… Her konuda tabi ki bilgi sahibi olunmaz, demek istediğim o değil ama basit şeylerde… Mesela geçen sefer yazmıştım “oblomovluk” gibi, hiç rastlamamışım ya da bu böbrek nakli gibi. Bunlar günlük hayatta karşılaşabilinecek şeyler. Aslanların kükremesi kaç km’den duyulur, bunu bil demiyorum ki kendime! Bunu da biliyorum bu arada –kaynamasın- 8 km! Benim hatam bu sanırım, gereksiz bilgileri çokça depolayıp lazım şeylere yer bırakmıyorum kafamda. Şöyle bir girip gezinmek mümkün olsa kafamın içinde lazım bilgi ara ki bulasın, her yere üst üste dizmişim kutu kutu: örümcek kanı ne renk –saydam- sinekler ayaklarıyla mikropları ne kadarlık bir alana yayabilir -25 km- çekirge ne kadar zıplar –kendi boyunun beş yüz katı vs vs vs.. neyse bu saçma şeylerle sizin de kafanızı bulandırmak istemediğim için böbrek meselesine geri dönüyorum. Böbrek nakli sırasında eski böbreğin alınmadığını okuyunca bilimi rehber edinen araştırmacı bir kişi olduğum için –öte yandan kendini bilmez cehalet de söz konusu tabi- “Yok ya, bu yalan bence, hiç de duymadık, (her bilgiden de haberdar sanırsın) hem olur mu, eskisini almazlarsa yenisini nereye koyacaklar?” ve saire ve saire dedim ve okuldaki organları görünen insan maketini getirdim gözümün önüne… Baktım ki bırak yeni böbrek takmayı, parmak sokacak yer yok. Yarabbim, ne güzel yaratmış, her şey tam yerinde, yerine uygun. Gene de bilimin bir dayanağı da şüphe olduğundan “Ben bunu bir googla’da aratayım.” dedim ve o da ne! Hakikaten de eski böbreği çıkarmıyorlarmış! Yenisini kenara bir yere iliştiriyorlar sanırım, onu da okumuş hatta resimli anlatımı da incelemiştim ama takdir edersiniz ki unuttum. Önemli şeyleri unutup boş şeyleri hatırlama konusunda eşsiz bir hafızaya sahip olduğum muhakkak. Böbrekle ilgili bilgi kadar beni şaşırtan başka bir bölüm olmasa da ayrıntıya girmeden pek çok organdan bahsedilmiş. Konu hakkında bilgi sahibi olanlar okurken sıkılır ama ben en son lisede biyoloji dersinde bu konuları gördüğümden ve o zaman da yeterince dikkatli dinlemediğimden –hoş, dinlesem hatırlayacaktım sanki- okurken çok keyif aldım. En önemlisi anlaşılır bir dille anlatılmış, okurken sürekli “şair burada bize ne anlatmak istemiş?” diye sorgulamıyorsunuz. Biraz kısa geldi kitap bana, bir o kadar daha okunurmuş ama yazar çok ayrıntıya girmeden geçtiği için kitapta biraz sanki başka, daha geniş bir kitap var da bu kitap onun özeti gibi bir hava var. Zaten düşününce de evet, daha geniş, ansiklopedilerce anlatılacak bir konunun kısa özeti aslında. Bu tür kitapları okumayı seven ve konu hakkında yeterli bilgisi olmayan herkesin çok seveceğini düşünüyorum.

21 Ekim 2021 Perşembe

DÜNYA'NIN TÜM DERTLERİ

Yaprak Dökümü gibi dram dizilerinin çokça sevilip reyting rekorları kırdığı ülkemde, halkın içinden hatta tam göbeğinden, halktan biri olarak “Dünya’nın Tüm Dertleri” ni okumaya başlamamdaki öncelikli sebep okurum okurum da sonra “senin derdin dert midir, benim derdim yanında; hiç kimsede gördün mü, böyle dert hayatında” isyanı evresinden “ne dertler varmış, şükür” evresine geçerim umuduydu. Gelin görün ki insanın bir balık olup sudan çıktığı, evet yanlış okumadınız ve ben mecaz, benzetme vs yapmış değilim; gerçekten insanın bir balık olup sudan çıktığı…. Burada bir durmak istiyorum… mesela benim kıt aklım bunu tam olarak kabullenemedi ama misal arkadaşlarımla konuşunca hepsi evrim bilim temelli olduğu için “evet, mantıklı.” falan dediler. Hepsi derken kastedilen arkadaş sayısı iki bu arada ama ortamda iki kişi vardı ve ikisine de mantıklı geldi. Benim kendi mantığımla yaptığım karşı çıkmalara ise her zamanki gibi kuyruk sokumu örnek verildi. Bu kuyruksokumu da iyi ki var yoksa evrim temelli konuşmalar yeterli kanıta (yeteri kanıt: kuyruksokumu) dayandırılamadığı için hep havada kalacaktı. Tamam, kuyruksokumu var; varsayalım ki balık olduğumuz yıllardan kaldı ama yüzgeçler nerde, yüzgeç sokumu nerde! Hadi ateistler bunu da açıklasın! Yani, kitap teee bizim balık olduğumuz zamandan başlamış, şimdi bir düşünün balığın ne derdi olabilir ki! Balık yani! Uzun süreli hafızasının olmadığı düşünülüyor ki… bir dakika! Şu anda evrimle ilgili kuyruksokumundan daha etkili bir kanıt geliştiriyor olabilirim, insan gerçekten balıktan geliyor olabilir ve bu da insanın hafıza sorununu açıklayabilir. Olayların ne kadar önemli olursa olsun toplum tarafından kısa sürede unutulması ve bu önemli olayların tekrarlanması halinde de hiçbir tepki verilmemesini bundan daha iyi açıklayacak bir teori düşünemiyorum! Yüzgeçle kuyruk gitmiş ama hafıza taa o zamanlardan kalmış demek kii.. İnsan Sudan Çıkmış Balığa Dönüyor
İnsan bir zaman sonra sudan çıkıp muhtemelen deniz kum güneş üçlüsünün de keyfini çıkardıktan sonra benim tam anlayamadığım dertleri başlıyor. Ben tüm dertler deyince savaş olsun açlık olsun küresel ısınma vs gibi aklımın erdiği şeyler bekliyordum ama gördüğünüz gibi şimdi size anlatırken, ilgisini çekmeyen dedikoduyu yarım yamalak dinlediği için başkalarına anlatırken “işte kaynı mı ne buna demiş ki sen evlenirken demiş bizim görümcemizin de demiş altın bilenziği alınmıştı da demiş kaybolmuş mu neymiş öyle bir şeymiş demiş” diye ne dediğini kendi de anlamayan Ayşe teyze gibi kaldım! Ama şunu anladım, dünyanın dertleri bizim sandığımız şeyler değil. Mesela küresel ısınmayı hiç de kafasına takmıyor, daha farklı şeyler dert etmiş o. Ha ne derseniz, bilemiyorum, kendisine sorun! Bu arada dünyanın küresel ısınmayı dert etmeinse de gerek yok, dünya birkaç yüz milyar yılda bir ( gerçek sayıyı unuttuğum için bunu uyduruyorum şu anda) kendini yeniliyormuş, hatta neandertallerin neslinin tükenmesinin bir sorumlusu da soğuk hava mıydı, yoksa görümcesinin bileziği miydi, tam çıkaramadım şimdi ama sonra neandertal yazımda bahsedeceğim yine, öyle bir şeydi. Yani dünyaya bir şey olmayacak zaten, azıcık sersemleyip yoluna devam edecek, olan yine insana olacak. Sözün özü Bu tür kitapları yeni okumaya başladığım için (yeni dediğim de üç beş senesi vardır ama gösterdiğim ilerleme göz önüne alınırsa yeni sayılır,) yeterli bilimsel altyapım olmadığından anlamakta zorlanıyorum, bazı yerleri anlıyorum ama bu sefer de anlatmakta zorlanıyorum. Gene de okunmaya değer bir kitaptı. Sonunda “ne dertler varmış be!” demedim, daha doğrusu demedim de neden demedim: dünyanın derdinin ne olduğunu tam anlayamadığım için derecelendiremedim ve kendi dertlerimle kıyaslayamadım ama deseydi ki “eltisinin kaynı demiş sizin aile demiş” vs gibi anlatılsaydı daha iyi anlayabilir ve karşılaştırma yapıp sizi de olması gerektiği gibi aydınlatabilirdim. Yine de okumaya niyeti olan anlayışlı ve dert ehli arkadaşlara iyi okumalar, benim gibi anlayışı kıt arkadaşlara da kolaylıklar diliyorum…

20 Ekim 2021 Çarşamba

KAHYA ve KLARA

Kahya ve Klara ‘yı okuduğumda hissettiklerim aynen şöyleydi: bknz: bir film izlersiniz ve beğenseniz de “izlemesem de olurdu” dersiniz, dışarı çıkarsınız ve eve dönünce neden çıktığınızı sorgularsınız, geç saatte tatlı yersiniz ve neden yedim diye üzülürsünüz ( bu şişmanların daha rahat anlayacağı bir madde tabi, zayıflar da ana fikri anlamak adına empati kurabilir) bir şey, mesela bir kazak alırsınız ve bakarsınız ki almasanız da olurdu! Ben de bu kitabı okuyunca “okumasam da olurdu” dedim. Bir de o sırada Domingo yayınevinin bilimsel kitaplarından okumuştum üst üste. Onları okuduktan sonra bunu okumak, bilimsel kitaplar okuya okuya zorlanmaya alışan ve bir cümleyi birkaç kere okumadan anlamayan ve okuduğu gibi de unutan beynime -okuduğunu şıp diye anlayınca- çerez gibi geldi. O da bocalamama sebep oldu biraz, nedense suçlu da hissettim. Neden böyle boş şeylerle vakit öldürüyorum ki falan dedim, kendi içimde minik bir savaş yaşadım. Ayrıca kitap o kadar çabuk okunuyor ki – aslında bu iyi bir şey tabi- hemen bitince “keşke bu parayla bilimsel bir kitap alsaydım da haftalarca okuyup dursaydım.” diye düşündüm, beynimin fakir tarafı (bilimsel kitaplar okuyup farklı şeyler düşünmeye başlayınca beyin tabi ilerleme kaydediyor ve olaylara başka açılardan da bakabiliyor) bu konuda böyle biraz memnuniyetsiz olunca, beynimin mantıklı tarafı da “aman iyi oldu, azıcık dinlendik bari, ne güzel okudun işte hiç düşünüp sorgulamadan,” dedi. Anlayacağınız -çabuk bitmesi hariç- okurken de memnun kaldım, bitince de ufak birkaç anlaşmazlık sonucunda da olsa gene memnun kaldım. Şaşırtıcı kısımlar ve sürpriz bir sonu da vardı. Özetle çabuk okunan, şaşırtan ve güzel bir kitaptı ama okumasam da olurdu… BU arada fiyatı baya düşmüş, yani "Bu parayla başka kitap alsaydım" demeden de alınır. İyi okumalar

5 Mayıs 2021 Çarşamba

OLAĞAN PSİKOPATLAR'DAN HAYAT DERSLERİ

Domingo Yayınevi’ne ve Cem Duran çevirilerine bayılıyorum. “Gen” ile keşfettiğim bu ikili benim için dönüm noktası oldu, demek isterdim fakat o boyutta bir değişim içine giremedim. Gene de sık sık Domingo’dan bir kitap okumaya çalışıyorum ve yeni kitap alacaksam önce Domingo’ya bakıyorum. İşte bu Cem Duran çevirilerini inceleme esansında aldığım bir kitap “Olağan Psikopatlar” psikopat olmadığımı anlama ve o esnada neden değilim diye üzülüp kahrolmamla neticelendi. Psikopat olmadığı için insan üzülür mü demeyin; yazar öyle bir anlatmış ki psikopatları, öyle bir övmüş öyle bir övmüş ki… insan kendini kötü hissediyor. Belki ben de öyleyim diye bir umut ve her seferinde olmadığın gerçeğiyle yüzleşme. Hem sorular hem de şemalarla yazar çok net bir şekilde psikopat mısınız değil misiniz anlamanızı sağlıyor. Kitabı okuyorsanız da muhtemelen değilsiniz bu da şahsi görüşüm, hangi psikopat “psikopat” kitabını okur ki, değil mi ama! Zaten yazar bir soru soruyor sonra sizin cevabını bilip, değil işte bilemediniz diyor. Psikopatların hepsi iş hayatında çok başarılı, kimsenin hayır diyemediği, şeytan tüyüne sahip, soğukkanlı neyse uzatmayayım kısaca yazayım “mükemmel” insanlar. Kitapta beni çok etkilen iki kısım oldu. Birincisi Ted Bundy (hayatını yazmaya kalktığım seri katil! Ne cesaret bilmiyorum muhtemelen cahil cesareti, alt yapın ne ki böyle bir işe kalkışıyorsun – zamanında yani, şimdi biraz daha akıllandım- ama ilerde Martin Eden olursam bu kitap müsveddesini asla yollamam yayınevine falan, aslında silmek lazım ama arada şöyle bir göz atıp kendimi eziklemek hoşuma gidiyor. Maazallah onu bastırmaya çalışmış olabilir ve daha da kötüsü muvaffak olarak yani bastırmayı başararak şu anda tüm toplum tarafından ezikleniyor olabilirdim! “Sadece Ted” O yüzden o müsvedde bana hep hayatta şans denen şeyin de olduğunu, ara sıra bana da denk geldiğini ve Rabbimin bizi, biz farkında olmadan ne büyük belalardan kurtardığını hatırlatıyor!) kurbanları yürüyüşünden anladığını söylemiş, hatta bunu söyleyen başka seri katiller de çıkmış. Gerçekten bir insanın yürüyüşünden potansiyel kurban olup olmadıklarını anlıyorlarmış. Yapılan anket, test, gözlem vs çalışmaları doğru olduğunu kanıtlamış. Etkilendiğim ikinci kısım da psikopatların soğukkanlılıklarıyla ilgili. Benim tanıdığım ilk psikopat -kitap kahramanı olsa da- gönlümde de yer edinmiş olan Hannibal Lecter’dır. Kitabını okuduğumda liseye gidiyordum ve ölürken hayatım film şeridi olarak gözümün önünden geçecekse bir sahnede bu kitabı okuduğum gün de var. Dünmüş gibi net hatırlıyorum. Kaç defa okumayacağım diye bıraktım ve her seferinde beş dakika olmadan geri aldım elime. Hannibal kitabında değil ama Kuzuların Sessizliği’nde (Yıllar sonra filmlerini de izledim. Benim için Hannibal çok kötüyken Kuzuların Sessizliği çok iyiydi ve Anthony Hopkins benim düşünebileceğim tek Hannibal hatta ve hatta benim için o Antony Hoppkins değil Hannibal Lecter) Hannibal bir hemşirenin -yanlış hatırlamıyorsam- dilini ısırıyor ve o sırada da tansiyon kalp vs ölçülen bir sağlık taramasında. Hemşireyi ısırırken kalp ritmi değişmiyor bile. Bu tabi bence imkansız ve tam da dizi/kitap için olabilecek bir şeydi. Ama değilmiş meğer. Neil Armstrong‘u hepimiz biliriz. Nasıl biliriz? İyi biliriz. Meğer adam psikopatmış! Aya inişleri sırasında yüzey şekilleri düzgün olmadığı için bir türlü inemiyorlar. Bu sırada da yakıt bitiyor. Saniyeler içinde çarpıp ölme riskleri var, bu esnada yardımcısı panik olurken Armstong sakin bir şekilde inişi tamamlıyor. Esas ilginç olansa bu esnada kalp ritmi değişmiyor bile. Evde televizyon seyreden biri gibi o anda. Düşünsenize yakıt bitti, her an yere çarpabilirsiniz ve inecek yer bulamıyorsunuz! Sıfır panik! İşte yazar da diyor ki kritik görevler için en uygun kişiler psikopatlardır ( ve yine bir sürü artısı sayılıyor, gene yok şöyle mükemmel böyle müthiş vs vs ) Siyaset, borsa, askeriye vs vs vs.. Özellikle bu ve benzeri alanlarda çok başarılı olmak için psikopatlık şart. Bir de psikopatların en akılda kalan özellikleri bakışlarıymış ( katil olan psikopatlar söz konusu ve bu söylem kurbanlara ait) bunun sebebi de normale göre daha az göz kırpmalarıymış. Yani sürüngen gibi, diyor yazar, soğukkanlılığın getirisi olan bu özellikler onların bakışlarına da yansıyormuş. Kitapta o kadar çok ilginç kısım var ki böyle yazmakla bitmesi mümkün değil. Zaten kitabın da çoğunu çizdim diyebilirim. Okunması çok keyifli bir kitap, o yüzden de herkese tavsiye ediyorum!

3 Mayıs 2021 Pazartesi

OBLOMOVLAŞANLARDAN MISINIZ?

Şuraya giriş olarak ne kadar okursak okuyalım yeterli bilgiye sahip olamıyoruz minvalinde bir şeyler yazıyordum ki daha önce bu konunun çeşitli düşünür, yazar ve birçok insan tarafından vurgulandığını fark ettim. Aklıma konuyla ilgili bir sürü şey geliyor ve hepsi de daha önce söylenmiş şeyler. Bugün bu aydınlanmayı yaşama ve bu konuya değinme nedenim de “Oblomov
” Meğer dilimizde “oblomovluk” diye bir terim bile varmış ve ben kaç yıllık öğretmen, kaç yıllık kitapsever, ben Yaşar Usta bunu ilk defa duydum! Kitap bir klasik, terim olarak da kullanımı mevcut ve benim haberim bile yok! İşte böyle şeylere acayip moralim bozuluyor (Allah başka dert vermesin. Amin. ) yani daha önce duymuş olsam ve ne olduğunu bilmesem gene tamam. “Evet, duymuştum bir şeyler,” falan derim ama hiç duymamışım! Kapa dükkânı git! Oblomov’u duymamış daha, gelmiş burada “Ben şu kitabı biğinmedim.” vs diye atıp tutuyor, hadsiz! Neyse sizi iç isyanlarımla bunaltmak istemiyorum. Sonuçta Oblomov’u da öğrendim ve daha da çok okuyup, sürekli okuyup içimdeki hadsiz cahile haddini bildireceğim! Şu anki ruh halimin bir sorumlusu da Oblomov, onu da belirteyim. Okudum ama sindiremedim. Okuyalı da birkaç ay olmuştur. Ama hala kabul edemiyorum. Yani durum tembelliğin umursamazlığın da ötesinde bence –ki baktığımda tanımı için “tembelliğin ötesinde, her şeyin farkında olma, bir adım ötesini görme buna rağmen hiçbir şey yapmama” şekildeydi- Arkadaşım –bana bu bilgiyi verip kitabı alan, cehaletime ışık olan – kitaptan bahsedip, benim çevremde çok Oblomov var, deyince “Kesin ben de öyleyimdir.” dedim. Tembellik olsun, boş vermişlik olsun severim. Oturmak mümkünse ayakta durmam, yatmak mümkünse oturmam; yumurta kapıya gelene kadar işlerimi ertelerim ve “Düşünüyorum öyleyse varım, üşeniyorum öyleyse yarın.” sözünü çok severim. O yüzden okumaya başlarken Oblomov’a sempati duyuyor, her hareketine hak vererek kınamaktan kaçınıyordum. Gelin görün ki benim için bile tembelliğin bir sınırı vardır. Bu derece umursamaz olmak… Oblomov beni hem çok sinirlendirdi hem de çok üzdü. İçim burkuldu resmen. Fakat kitap muhteşem. Anlatımı, gerçekçiliği, kurgusu… İnsanı isyandan isyana sürüklüyor, kitapta yaşıyorsunuz hatta Oblomov’u şöyle bir tutup silkelemek ve “Kendine Gel!” demek istiyorsunuz. Ayrıca kitap çok kolay okunuyor. İyi ki okumuşum ve iyi ki kulaktan dolma bilgilerle “Ben kesin Oblomov’um dememişim.” çünkü bir kısmım Oblomov’u desteklese ve onaylasa da olaylar iyice kontrolden çıkıp işler sarpa sardığı halde hala bir şey yapmayan Oblomov’u anlamam mümkün değil! Her şeyin farkında yine de müdahale etmiyor, bir şey yapmıyor. Kitabın önsözünde Oblomovluğun günümüzde daha da arttığı, gençlerde görüldüğü vs söyleniyordu, ne yazık ki buna hak veriyorum. Hatta belki kişisel olaylar için değil ama toplumsal olaylar için de çoğumuzun Oblomov olduğu bir gerçek. Şikayet etme, öngörüde bulunup “ben demiştim” deme, eleştirme yüz kişinin doksan sekizinde görülürken –bilimsel değil tamamen şahsi fikrimle uydurduğum bir sayı tabi ki- elini taşın altına koyup bir şeyler yapmaya çalışan insanların sayısı her geçen gün azalıyor. Bu durum Oblomov’un hayatından da beter! Çünkü Oblomov’un hayatına bakınca kaybeden sadece o oldu! Off, dün “yarın beğendiğim bir kitabı yazayım da şenlensin ortalık” demiştim. Bugün beğendiğim bir kitabı yazdım ama gene de şenlenmedi ortalık, hatta da beter oldu. Yarın inşallah daha neşeli bir kitaptan bahsederim artık. Bu kadar karamsarlık hem bu bünyeye hem de bu bloga fazla! Herkese iyi okumalar dilerim. Bu arada kitabın fiyatı çok çok uygun. Yani bu sayfa sayısında, böyle güzel bir kitap için neredeyse bedeva! Hadi iyiyiz gene, yazıyı güzel bir haberle kapattık, kısa günün kârı!

2 Mayıs 2021 Pazar

TRENDEKİ KIZ

Okuduğum ve yazmadığım kitaplar biriktiği için yine onu mu yazsam bunu mu yazsam derken hiç o mu bu mu ihtimaline girmemiş bir kitap kitabı gördüm kitaplıkta: Trendeki Kız! Milletin evini sürekli gözlemek ve başkalarının işine karışmak ne kadar tehlikeli durumlar oluşturabiliyor bu kitabı okuyarak anlayabiliriz, ibretlik ders resmen! Tamam, geçerken –trenle tabi- bir kere gözüne çarptı, dikkatini çekti yine baktın ona da tamam ama sonrasında ev sakinlerinden biri kaybolunca gidip işlere burnunu sokmak ne derece doğru! Kitabın ismi de yanlış olmuş bence, Trendeki Kız değil de mesela Ortalığı Karıştıran Kız ya da Her Şeye Burnunu Sokan Kız vs de olabilirdi. Gerçi o zaman da Ejderha Dövmeli Kız serisine benzeyecekmiş adı. O seride de Ateşle Oynayan Kız, Arı Kovanına Çomak Sokan Kız vs vs diye gidiyor ya kitap isimleri. Bir de bu çok satanlara girip çok popüler olan kitapları ben anlayamıyorum. Bu kitap da uzun süre çok satanlarda kaldı, her yerde karşımıza çıktı ama polisiye mi, yüksek bir tempo mu var; hayır. Karakter, kendimizi yerine koyup empati yapabileceğimiz, hepimizin kendinden ve hayatından bir şeyler bulabileceği biri mi; hayır. Kurgu çok mu iyi, hayır. Vasat mı, evet. Yani, okusam ne okumasam ne durumunda bir kitap ki ben okuduğum kitabın bana bir şeyler katmasını da pek umursamam açıkçası. Ha, belki yanlış bir bakış açısı ama okurken tek düşüncem keyifli vakit geçirmek. Bu esnada da aman da faydalı şeyler öğrenmemişim, bilgime bilgi katmamışım vs hiç umurumda değil. Kitap bana vaktin nasıl geçtiğini unuttursun , elimden bırakamayayım yeter hatta fazla bile. (gerçi bu kitaplar da çok iyi değil aslında çünkü insan bitirene kadar hiçbir iş yapamıyor. Allahtan böyle kitaplar sürekli denk gelmiyor da işten güçten el etek çekip kitabın hayat akışımıza olumsuz etkisini yaşamıyoruz) Peki, bu kitap eğlenceli vakit geçirmemi sağladı mı, hayır. Okumasam da olurdu. Yalnız şu anki durumum da “yaslı gittim şen geldim”in tam tersi “şen gittim yaslı geldim” üç kitap hakkında yazdım, üçünü de beğenmemişim. Yarın beğendiğim bir kitabı yazayım da ortalık şenlensin azıcık! Herkese iyi okumalar dilerim. Not: Bu arada fotoğraf eklemek için nete bakarken kitap hakkında bilgiler gördüm: en beğenilen kitap seçilmiş, haftalarca çok satan olmuş vs. Ayrıca kitap sinemaya falan da uyarlanmış, bunu yukarıda yazmayı unuttum. Hafiften bir baskı hissettim üstümde. Hani sürü psikolojinin verdiği o sürüye ait olma isteği vardır ya… herkes beğenmiş de ben neden beğenmedim, bir daha sorguladım! Ama yok! Basit anlatımı olan, kolay kitapları sevsem de bu kitapta eksik bir şeyler vardı. Kolay okunan ama keyif vermeyen, saçmalıklarla dolu, sürekli karaktere müdahale etme ihtiyacı duyup “Hey Allahım ne yapıyor bu!” dediğiniz bir kitap. Okuyup sevenler de mutlaka olacaktır ki sanırım çoğunluk sevmiş zaten, ben gene de sürüden ayrılma ve kurtla karşılaşma riskini alarak sevmediğimi belirtiyorum.

Son Av ve Grange

Blogumdaki bir önceki yazının Küllerin Günü hakkında olduğunu düşünür ve Küllerin Günü’nün de Son Av’ın devamı olduğunu göz önüne alırsak bu yazının Son Av’ın incelemesi olması hem mantıksız hem de plansız olmuş. Ama şu var ki Son Av’ı okuduğumda bloga yazı yazmıyordum ve Küllerin Günü’nü yeni okudum. Hem de o kadar beğenmedim ki hem gerçek hayatta tanıdığım – ve Grange’ı az çok tanıması tek kriter- herkese hem de sosyal medyadaki hesaplarımdan kötülemek yetmedi, hızımı alamadım, bloga da yazdım. E başlamışken de devamı geldi işte. Zaten bloğuma yazmayı çok seviyorum aslında ama buraya yazana kadar kitabıma yazayım diye ara vermiştim. Gelin görün ki yazma serüvenim, edebiyat dünyasının usta yazarlarından bir şeyler okuyunca: ”Sen kim köpek, utanmıyorsun da kitap yazmaya kalkıyorsun nelere özeniyorsun hadsiz!” diye hevesimi kırıp ismi lazım olmayan, kitap çıkarmış bazı kişileri görünce de “Ya bu bile kitap çıkardı, ben hala çıkaramadım” diye kendi kendimi gaza getirmem arasında tenis topu gibi hop o tarafa hop bu tarafa gittiği için iki ileri bir geri ancak mehter takımı gibi ilerliyor. Sanırım benim bu kitap işinin akıbeti –sonu ne yazık ki benzememekle beraber- Martin Eden gibi olacak. Arka arkaya ne varsa yollayacağım, aynı anda birkaç tane kitabım olacak ama Martin Eden tutturdu, ben o kısımdan umutlu değilim. Girişimim muhtemelen eş dostun kitabımı nezaketen alması ve “Ayy, ne güzel yazmışsın, devamını bekliyoruz” diyerek okumadan canım kitabımı bir kenara koymasıyla son bulacak. Her neyse konuyu o kadar dağıttım ki hangi kitabı anlattığımı unuttum resmen. Neandertal miydi neydi… Yok yok, o değildi! Onu anlatmaya başladım da tamamlayamadım zaten. Kör olmayasıca insanoğlu! Kitabını yorumlarken bile kal geliyor insana. Birbirlerini yiyen insanların mezarından süs eşyası çıkıyor… Ne yazılır ki bunun için… Neyse onu da sonra düşünürüm. Zaman zaman insana olan nefretimde bir coşma oluyor, kısmetse öyle bir günümde yorumlayacağım o kitabı, yoksa duygularımı gereğince yansıtamıyorum. Gelelim Son Av’a… Açıkçası okuyunca Son Av’ı beğenememiştim ama tabii ki gelen gideni arattı, atalarımız ne mübarek insanlar, ne güzel söylemişler, gerçekten her gelen de bir gideni aratma durumu oluyor. Küllerin Günü’nün yanında Son Av, Siyah Kan gibi kalır. Ama sonuçta Grange seven ve kitaplarını okuyan birinin de okumadan geçmeyeceği bir kitaptı. Küllerin Günü kadar zorlamıyor ama Kızıl Nehirler kadar da akmıyor. Kızıl Nehirler de bu serinin ilk kitabı bu arada. Mesela şurda şöyle de bir durum geliyor aklıma: Madem bir seri oluşturmaya karar verdin, neden Siyah Kan değil de Kızıl Nehirler? Gerçi sonu böyle olacaktıysa da iyi ki Siyah Kan’ı devam ettirmemiş, hüsrana uğrayacakmışız. Fakat şu da var Grange yani, ne kadar sıkıcı olsa da, zor okunsa da, gene de kötü derken bile bir üzülüyor insan, düşünüyor; içinden övmek geliyor falan… Değişik bir şey! Ne olacak bu Grange sevgimiz bilemiyorum. Şimdi yeni kitabını, bunlardan daha iyi olacağını umarak beklemeye başlayalım bakalım. Herkese iyi okumalar…

24 Nisan 2021 Cumartesi

GRANGE ve SON KİTABI KÜLLERİN GÜNÜ

Sevgili Jean Christopher Grange “nasılsa seviyorlar, bana bayılıyorlar, ne yazsam gider” kafasına girdi bence. Son romanlarında elden bırakmadan okunacak bir durum olmadığı yetmezmiş gibi en son romanı ele almak istenmeyecek kadar sıkıcıydı. 280 sayfacık kitabı –ki 280 sayfa olduğunu ilk gördüğümde kısaymış diye üzülmüştüm¬ – on beş güne yakın sürede okudum, polisiye gerilim için çok uzun bir süre. Polisiye gerilim edebiyat dünyasının çerezidir. Bu kadar uzun sürede yenen çerez de bilemiyorum yani… Açılmayan antep fıstığı gibi... Açamazsın ama bırakamazsın da, zorlar durursun, aynı o hesap. Sonunda da leblebilerle beraber yarı kırılmış, bir kısmı kenardan köşeden yenmiş bir biçimde kalır tabakta. Ve Grange’ı açılmayan Antep fıstığına benzeten hayat John Verdon’a neler yapmaz (onun da yen kitabı çıktı ya, sonu “Küllerin Günü”ne benzemez inşallah) Kitaptan daha ayrıntılı bahsedecek olursak Kızıl Nehirler’in dolayısıyla Son Av’ın devamı. Bence Son Av da çok iyi değildi ama Küllerin Günü kadar da kötü değildi. Yine Niemans başrolde. En sevmediğim karakterlerden. Genelde insan kitap karakterleriyle empati kurar, zaman zaman kızıp sinir olsa da çoğunlukla sever ama ben bu adamı hiç sevmiyorum. Kendini beğenmiş, fazla pohpohlanmış, kadınlara karşı olan tavrına değinmek bile istemiyorum, üstelik yanlış kararların adamı! İnsan’ın şansı hep mi yaver gider, işte kitapta ana karaktersen gidiyor ama Niemans’ı sevenler de olacağı için aslında bu yorum fazla öznel, kitabın genel yorumuna gölge düşürmez. Kitabın tek eksiği bu olsaydı Niemans’ı da görmezden gelir ve belki daha az sinir olurdum; gel gör ki kitapta çok fazla mantık hatası da vardı. En başta kaza gibi görünen bir olay var, bizim süper dedektif tutturuyor cinayet diye. İlla soruşturma açmak için diretiyorlar. Neden kaza ihtimali daha yüksek görünen bu durum için –çünkü yazar burada bir yandan da kazanın yaşandığı toplumu övüp melek gibi insanlar deyip duruyor- böyle diretiyorlar anlamadım. Herhalde ben kaçırdım deyip döndüm başını tekrar okudum ama elle tutulur bir ipucu yoktu. Sonrasında mesela çok basit bir şey vardır da kimse göremez de bizim dedektif gider şıp diye bulur ya, şu polisiyelerde en gıcık olduğum şeydir ve burada da var. Bazı polisiyelerde pek göze batmıyor ama Grange yapınca daha da göze batıyor. Bunun da dışında kitapta heyecan sıfır. Yarıya gelince hafiften bir koşuşturma olur gibi oldu, hele şükür dedim kitap şimdi başlıyor ,yok gene olmadı. Oku, oku, oku, yok, yok, yok! İstisnasız her gün bugün bitireceğim diye elime aldım ve o gün bitiremeden bıraktım. 1001 kitapta okuduğum bir yoruma göre tv dizisine uyarlanmış kitap ve Küllerin Günü o dizinin bölümlerinden biriymiş. Bu bilgi “İşte bu her şeyi açkılıyor!” dememi sağladı ama gene de Grange’tan böyle bir kitap okuduğum için üzüldüm yani bu biraz Game of Thrones’ın finalini izleyip beğenmemek gibi. O kadar zaman bekle, sonuç hüsran… Grange sevgim sarsıldı mı peki? Ne yazık ki hayır! Bu adam ne yaptı bize, kitaplarında büyü mü var da alıp alıp beğenmiyorum ama gene alıyorum anlamıyorum ama şimdi çıksa yine aynı hevesle alırım. Kötü de olsa Grange bu, okumadan olmaz deyip başlayacaklara şimdiden iyi okumalaar diliyorum.

22 Ocak 2019 Salı

NORMAL OLMAK VARKEN NEDEN MUTLU OLASIN YA DA OLMAYASIN! İŞTE BÜTÜN MESELE BU!

Son yazımda, üç beş güne yeni yorumla dönerim, nasılsa kitap çok kalın değil, demiştim. Bahsi geçen kitap Jeannette Winterson’un “Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın” adlı, adıyla bile hem mutluluğu hem de normalliği sorgulatan kitabıydı. Elime alıp 215 sayfa olduğunu görünce, oooo, dedim kendi kendime, ben bunu bir günde bitiririm! Sonra hevesle açtım ve o da ne! Yazılar minicik micinik, bir sayfası iki üç sayfaya bedel! Okudum, okudum, okudum ve bir de baktım üç sayfa falan okumuşum! Tatil bu kitapla bitecek mi yoksa derken çok ilginç bir şey oldu ve kitap hakikaten bir günde bitti! Kitabın kapağında deneme olduğu yazıyordu ama bana daha çok otobiyografi gibi geldi ve yazarın anlatımı gerçekten akıcı, sıkmıyor, öyle çok ilginç bir hayatı da yok aslında. Evlat edinilmiş bir çocuk. Çocukluğunda yaşadıkları ve yaşayamadıkları… bir kere evlat verildiği aile, belki baba değil de anne diyeyim, kesinlikle hasta, durumun başka bir açıklaması yok. Çok büyük eziyetler çekmemiş belki ama bir gün bile de sevgi görmemiş. Malum ben de yeni anneyim, henüz bir buçuk senelik. Yıllar ilerledikçe değişir mi bilmem ama bu annelik denilen şey gereğinden fazla duygusallık içeren bir şey. Özellikle yavruların söz konusu olduğu durumlarda “ana yüreği” hemen devreye giriyor. Misal ben bebek ve çocuklarla ilgili duyduğum her olumsuzlukta mahvoluyorum çünkü hemen gözümün önüne kendi çocuklarım geliyor. Mesela internette şu meşhur Palu ailesi ile ilgili bir şey gördüm, küçük kıza ispirto içirmişler diye. İki üç kendime gelemedim. Kendi çocuklarıma baktıkça gözlerin yaşarması, yutkunma zorluğu vs ve bunlar takiben bunu yapanları Allah’a havale etme süreci defalarca tekrarlandı. İnanılmaz bir şey. Bu kadar masum bir varlığa böyle bir kötülük yapabilmek! Yaşadığım her gün insanlardan daha da çok nefret ediyorum maalesef. Gerçi bu ana yüreği sadece insan yavruları için geçerli değil. Okuldaki köpek yavruları da aklıma oğullarıma getiriyor. Onlar da aynı benimkiler gibi gayet sırnaşık ve özellikle bir şey yiyip içerken aynen benim oğlanların yaptığı gibi insanın üstüne atlıyorlar, hatta geçen gün okula girmeye çalışırken bir tanesi önümde zıplıyordu, gayriihtiyari, “Dur be oğlum!” dedim, bir an kendimi evde benimkilerle boğuşuyormuş gibi hissetmiştim. İşte bu ahval ve şartlar için de tabi ki Jeannette, çocukluğuyla beni benden aldı. Hem bırakana hem de alıp sevmeyene diyecek söz yok. Belki de benim çabuk okumamın sebebi konusuydu, bilemiyorum ama gayet beğendim. Hatta hayatını anlattığı “Tek Meyve Portakal Değildir” kitabını da hemen alınacaklar listeme ekledim. Aslında ben “Tek Meyve Portakal Değildir”i almak istemiştim en başta ama kitapçı benim bu kadının hiçbir kitabını okumadığımı öğrenince bunu verdi ve “Tek Meyve’yi anlamak için önce bunu okumanız lazım.” dedi. Ben de uysal uysal “Ta-mam-öğ-ret-me-nim!” dedim –içimden- Daha okumadım ama onu da herkese öneriyorum şimdiden. Gerçi yazar bu kitapta çocukluğuyla ilgili çok ayrıntıya da girmemiş, eminim Tek Meyve’de daha fazla ayrıntı var, zaten oraya sık sık gönderme yaptı, demek ki onu okuyunca ben ağlamaktan mahvolacağım, onu keyifsiz bir zamanımda okuyayım en iyisi diyerek yazımı noktalıyorum. Herkese iyi okumalar.

20 Ocak 2019 Pazar

EFENDİ UYANIYOR!

Bu sene yeni yıl hedeflerimin hepsini gerçekleştirdim diyebilirim, gerçi sadece bir taneydi o yüzden çok da zorlanmadım ama bir tane de olsa sadece dilek olarak kalabilirdi, şükürler olsun ki kalmadı. Dileğim çok çok okumaktı ve yeni yıldan beri üç kitap bitirdim, okuduğum sayfa sayısı 1000’i geçti. Benim durumum için gayet iyi, daha önce de defalarca belirttiğim gibi iki çocuk ve tonla iş arasında okumaya zaman ayırabilmek benim için gerçekten lüks. Bulduğum sınırlı sayıdaki nadir fırsatlarda uyumak yerine okumayı seçtiğim zaman kendimi meyhanede çoluğunun çocuğunun rızkını yiyen ayyaşlar gibi hissediyorum nedense! Sanki yanlış bir şey yapıyorum, elimde fırsat varken uyumalıyım ama ben bu fırsatı tepiyorum gibi tuhaf bir ruh haline giriyorum. Ki tuhaf demek de saçma oldu, gerçekten elime geçen fırsatı tepiyorum. Ama nasıl ki içkinin sebep olduğu bir ayyaşlık ve tiryakilik varsa aynı durum kitap için de geçerli. Benimki sağlıklı bir durum değil artık, bunu kabul ettim. En son sevdiğim bir yazarın kitabı çıkınca kitap almama yeminimi bozmuştum ama yemin bozarkenki mazeretim sağlamdı. Geçenlerde yine böyle bir “atak” geçirdim. Resmen saplantı, okunacak o kadar kitap varken ve alacağım kitapları okuma ihtimalim çok çok düşükken bir esereklik geldi ve gitmek bilmedi. Birkaç tane kitabı sepete koyup koyup çıkardım günlerce. Ama öyle bir durum ki hep de aklımda mübarekler! Çok kısa anlık unutuyorum tekrar hatırlıyorum. Almak da istemiyorum çünkü gerçekten benim için şu sıralar çok gereksiz ama aklımdan da çıkaramıyorum, yani baya baya içim sıkılıyor, ruhum daralıyor, kitaplar aklımdan çıkmak bilmiyor falan.. şimdi bu bağımlılık değil de nedir! Demek ki dedim sigara içenler de böyle hissediyor. Her neyse kitaplara geleyim yavaş yavaş. Üç kitap dedim ya, birincisi öyle pek yorum yapmalık bir kitap değildi. Basit bir kitaptı, diyebilirim. Yani böyle bahsederek kitabı eziklemek istemezdim ama başka da nasıl anlatılır bilemedim, zaten ismini verip rencide etmeyeceğim ama okuyunca, bu neydi ki, dedim yani. Saçmalık diye kafa sallayıp yeni kitaba geçtim. Şansıma o da kötü bir polisiyeydi. Bitirince yine, bu neydi ki saçmalık, dedim. 2019’dan pek memnun değilim zaten. 2018’e kötü falan diyorduk son zamanlarda ama zaman zaman 2019’dan çıkıp 2018’e geri dönesim de gelmiyor değil! Hiç olmayacak işler getirdi başıma bu 2019, yetmezmiş gibi çok okuma yeminime engel olma kapasiteli iki kitapla başladım seneye. Polisiye olanın bir de arka kapağında ön kapağında falan yazıyor; yok bazı sahnelerini unutamayacaksınız, yok gece uyuyamayacaksınız. Hakikaten bu nedir ya, valla saçmalık! Benim gerçekten unutamadığım sahneler var ama Gerritsen, Chattam, Grange kitaplarında. (Laf gene Grange’a geldi, eh benim yazıların da olmazsa olmazıdır lafı Grange getirmek! Dur bakalım Homo Sapiens konusu ne zaman açılacak!) Yani çok ilginç ama sanki kitap değildi de filmdi onlar ve ben onları izledim. Şu anda bile bazı sahneler gözümde canlanıyor, artık nasıl anlattılarsa, ben de kafamda nasıl bir canlandırdıysam aklıma kazındı ama bu her kitapta olmuyor ne yazık ki. Her neyse en sonunda “edebiyat tarihinin ilk distopyası” ile kötü kitap döngüsüne girmeden çıktım şükürler olsun. Adamın uyku problemi var ve sonunda uyuyor ama ne uyumak! Gün değil, ay değil tam 203 sene! E haliyle uyandığında uyuduğu dünyayı tekrar bulamıyor ama sorunlarla dolu bir dünya buluyor. Eh insanın olduğu yerde aksi de mümkün değil zaten sonuçta dünyanın en büyük sorunu insan! Bakınız mesela Homo Sapiens bu durumu çok güzel anlatır!!! (Laf geldi gene iki gözümün çiçeğine! ) Hatta bu uykucunun kitabını okuyan bir arkadaşım arkasına “Mükemmel, 1984 gibi .” diye not düşmüş. Ben de birkaç arkadaşa fotoğrafını atıp tavsiye etsem mi kararsız aldım ama edeceğim galiba. İnsanlara da kitap konusunda çok musallat olmak istemiyorum hem kitap fiyatları da öyle bir uçmuş ki, kaç kişi alır bilmiyorum. Geçenlerde gelen bir arkadaşa birkaç kitap önerdim, dur sepete ekleyeyim, dedi. Bir baktık, Aman Allahım! O ne! Ben zengin olmuşum da haberim yok! 30 tl’ye aldığım kitap olmuş 58 tl! Bütün kitapların fiyatı ikiye katlanmış. Böyle giderse benim çocuklara kalan kitap mirası baya baya Mısırdaki paşa dedelerden kalan miraslarla yarışacak! Bu arada uyuyan adamın kitabıyla ilgili en önemli ayrıntı: hani adam uyudu ya, uyanınca dünyanın sahibi oluyor. O yokken parası büyümüş büyümüş ve dünyayı almış resmen! Bütün dünya adamın malı olmuş! İşe bakın! Siz de azmedip 200 sene uyursanız uyandığınızda zengin olabilir hatta şirinleri de görebilirsiniz. Ya da günümüzde borç durumunuza bağlı olarak uyandığınızda kendinizi hapiste filan da bulabilirsiniz, o yüzden bu devir biraz da uyuma değil uyanma devri. Zaten bu kitabın adı da “Efendi Uyanıyor” Bence çok güzel bir kitaptı, bir de azıcık okuyunca biten kitaplardandı. Hani şöyle bir iki sayfa okursunuz da bir bakarsınız 50-60 sayfa okumuşsunuz, anlamadan ilerlermiş kitap, işte onlardandı bu kitap da. Herkese tavsiye ediyorum ve yeni bir kitap yorumunda görüşmek dileğiyle yazımı bitiriyorum ki çok uzun sürmez çünkü sıradaki kitap çok kalın değil, üç olmadı beş güne yorumunu yazarım herhalde, tabii dandik bir kitap çıkmazsa!